‘Gölgehanı Akademi’nin Akademi 101 serisi kapsamında eğitmenlerimizle atölyeler üzerine söyleşiler gerçekleştiriyoruz. Bu söyleşilerin ilkini Türkiye’deki ilk Rehberli Otobiyografi Eğitmeni olan Dr. Mürüvet Esra Yıldırım ile yaptık.
Söyleşiyi izlemek isterseniz Gölgehanı Akademi Youtube kanalımıza buradan ulaşabilirsiniz.
Hoşgeldin Esra, bugün Rehberli Otobiyografi hakkında konuşalım istedik çünkü bu konuyla ilgili atölye tanıtımlarına başladığımızdan beri bize çok fazla soru geldi. İstersen ilk başta biraz seni tanıyalım daha sonra belki Rehberli Otobiyografi’yi bizim için tanımlarsın?
MÜRÜVET ESRA YILDIRIM: Kendimi anlatırken aslında otobiyografi ile olan ilişkimden bahsedersem yerinde olacaktır. Çünkü otobiyografi ile olan ilişkimden bahsedersem hem kendimden bahsetmiş olacağım hem de rehberli otobiyografiye nasıl evrildi onu görmüş oluruz. Ben Boğaziçi Üniversitesi’nde Tarih bölümünde okurken son dönemde bölüm başkanımız yurt dışına gitmişti ve onun yerine başka bir enstitünün müdürü olan Prof. Dr. Zafer Toprak tez danışmanı olarak geldi. Bizden tez olarak otobiyografi yazmamızı istedi. Yani bölümden kendi kişisel tarihimizi yazarak mezun olacaktık. Ben de hararetle yazdım. Yirmilerimin başında 100 küsür sayfa yazdım. Ama kendi hikâyemi anlatmaya çocukluğumdan beri alışkındım. İnsan hikâyeleri ile ilgilenen araştırmacılar şunu söylerler: “İnsanların başlarına gelen şey hikâye değildir, onları anlattığınız zaman siz onları hikâye yaparsınız. Ama bazen öyle oluyor ki, bir hikâyenin içine doğduğunuzu hissediyorsunuz. Kurulu bir hikâye var ve o hikâyenin bir parçasısınız. Benim çocukluğumdan beri hissettiğim şey buydu. Kendi aile hikâyemden dolayı var olan bir hikâyenin içine düşmüştüm. Dolayısıyla elimde hazırda anlatacak bir malzemem vardı. Bu malzemenin çocukken bile farkındaydım. Ailemin bana aktardığı hikâyeyi sahiplenmiştim. Dolayısıyla Zafer Toprak bizden hikâyemizi yazmamızı isteyince ben çok tanıdık bir yerde buldum kendimi. İlk defa yaptığım bir şey değildi. Ama farklı olan kısmı yazmanın anlatmaktan farklı bir şey olduğunu keşfetmem. Bu sezgisel bir bilgi. Yazmakla ilgili bir şey var ve bu o hikâyeyi anlatmanın ötesinde duruyor. Dediğim gibi bilişsel değil, sezgisel bir şey bu. Okul bittikten sonra yüksek lisans ve doktora ile ilgili aldığım kararlar hep o otobiyografinin içinden çıkan malzemelerle beslendi. Yüksek lisans tezimin boşanma deneyimi olan kadınlarla ilgili olması, doktora tezimin babalık ile ilgili olması hep o otobiyografiden beslenen şeyler. Otobiyografimin beni yönlendirmesine izin verdim aslında.
Rehberli Otobiyografi’ye gelince, otobiyografinin sağaltıcı tarafını kendi üstümde deneyimledikten sonra yakın arkadaşlarıma dedim ki: “Bu bana iyi geliyor, hadi birlikte otobiyografi yazalım!” Böyle belki biraz havada kalabilir. Şöyle bir şey yapmıştık: Benim belirlediğim beş tema vardı, o beş tema üzerinden otobiyografik metinler hazırlayıp yani kendi hikâyelerini o beş tema üzerinden yazıp bir araya gelip birbirlerine okuyorlardı. Okuyanlar arasında ben de vardım. Bu yaptığımın yeni bir şey olduğunu düşünüyordum. Google’da biraz araştırma yapınca gördüm ki bu aslında varmış. Gerontolojinin yani yaşlı bilimi alanının kurucularından James Birren tarafından seneler önce geliştirilmiş. Bu yöntemin varlığını öğrenince eğitimini almak istedim. 2020 senesinde tam pandemi patlak verdiğinde online olarak Birren Center’dan eğitimi aldım. Benim eğitmenim Kanada’daydı. Grubumuzda dünyanın çok farklı yerlerinden katılımcılar vardı. Türkiye’den bu eğitimi alan ilk kişi bendim. Hatta eğitmen “Bunu nereden duydun?” diye sormuştu. “Ben bunu duymadım” dedim, “bunu ben keşfettim zannediyordum. Sonra araştırma yapınca bu yöntemin bilindiğini gördüm, o zaman ben bunun eğitimini alayım diye düşündüm.”
Peki James Birren’ın bu yöntemi ne niyetle keşfettiğini biliyor muyuz?
MÜRÜVET ESRA YILDIRIM: James Birren gerontolog olduğu için bu yöntem daha çok yaşlı insanlarla, daha doğrusu huzur evinde kalanlarla uygulanan bir yöntem ve sosyal hizmet çalışanlarının, hemşirelerin eğitimini aldığı bir yöntem. Onun bunu geliştirme sebebi muhatap olduğu o yaş grubunun kendi ailesine kendinden bir miras bırakmak istemesi. Yani bunu kolaylaştırmak için geliştirdiği bir yöntem esasen.
Belki unutmakla da bir ilişkisi vardır…
MÜRÜVET ESRA YILDIRIM: Evet olabilir. Çünkü o yaş grubunun geliştirdiği alzheimer gibi hastalıklar yaşanmadan önce kayıt altına almak gibi bir niyetle de yapmış olabilir. Gerontolog olduğu için esas niyeti ölüme yakın olan insanların ailesine bir miras bırakmasını kolaylaştırmak.
Aslında senin Rehberli Otobiyografi tanımında bu biraz değişiyor değil mi? Sen miras bırakmakla birlikte “anlatmış olmak” fikriyle yani anlatının kendisiyle de ilişkileniyorsun.
MÜRÜVET ESRA YILDIRIM: Tabii, bu eğitimi alan her kişi çeşitli niyetlerle bununla ilgilenebilir. Ben sosyal bilimci olduğum için, kalitatif araştırmayla ve bir şeyi nitelemekle çok ilgili olduğum için insan hikâyeleri başlı başına bir anlatı olarak benim ilgimi çekiyor. Ama tabii ki miras bırakmak isteyen o niyetle yazabilir. Hangi niyetle, hangi amaçla geldiği kişiyi bağlayan bir şey. Ama dediğin gibi ben anlatının kendisiyle ilgiliyim. Benim ilk başta engel olarak düşündüğüm bir avantajım da oldu. Bunu gerontologların belirli bir yaş grubu ile yapması bende “Ben bunu Türkiye’de yapamayacak mıyım?” korkusu oluşturmuştu. Çünkü rehberli otobiyografi eli kalem tutan insanların yaptığı bir şey. James Birren’ın geliştirdiği birkaç klasik tema var. “Hayatımdaki Dönüm Noktaları”, “Ailem ve Ben”, “Bedenim Sağlığım ve Ben” gibi temalar bunlar… “Para ve Ben” teması vardı, ben onu değiştirip “Sosyal Sınıfım ve Ben” yaptım. Çünkü oradaki temel hikâye para değil, sınıfsal bir şey. Tüm bunların hepsi birer tema ve bunlara dair otobiyografik bir metin hazırlıyor bu etkinliğe katılan kişi. Bu yazıyı kolaylaştırmak için öncesinde ben hazırladığım soruları onlarla paylaşıyorum. Bu soruları James Birren hazırlamış ama ben o soruları olduğu gibi alıp kullanmamayı tercih ediyorum. Kendi gruplarım için bu soruları revize ettim. Temelde bunlar o temayla ilgili zihni harekete geçiriyor ve hatırlamayı, yazmayı kolaylaştırıyor. Herkes yazdığı metni buluşma gününe hazır ediyor, geliyor ve birbirine okuyor. Dolayısıyla bu hem yazma hem de okuma ve dinleme etkinliği. Bunu kalabalık bir grup olarak yapıyoruz. Kalabalık demem gözünüzü korkutmasın, çünkü o zor bir şey olabilir. 4 kişilik gruplarla gerçekleştiriyoruz. Normalde James Birren iki sayfa sınırı koyuyor ama ben sınır koymamayı tercih ediyorum. Yani eğitimi aldıktan sonra inisiyatif kullanarak değiştirdiğim bazı şeyler var. Aslında az önce atladığım bir şey de oldu. Eli kalem tutan ve belirli bir yaş grubunun üstündeki insanlarla çalışmanın Türkiye bağlamını düşünürsek benim engelim olacağını düşünmüştüm. Benim lehime döndü bu, çünkü daha erken yaşta kendi hayatına geri dönüp bakmak isteyen insanlarla çalışma fırsatı buldum. Bu da üretkenliği besledi. Buradan şunu anladım: İnsanın kendi hayatını ele alması, yorum yapması, onu hikâyeleştirmesi için bir yaş sınırı yok. Bunu her yaşta yapabilirsiniz. Zaten ben de kendi hikâyemi yirmilerin başında yazmıştım. Dolayısıyla ben klasik rehberli otobiyografi ve benim otobiyografimle olan ilişkimi harmanlayıp ilerliyorum ben.
4 kişilik bir grup toplanıyor, hazırladıkları otobiyografik metin birbirlerine okuyorlar ve sen de oradasın. Burada eğitmenin rolü tam olarak nasıl bir yere oturuyor? Sen onları yönlendiren bir konumda mısın mesela?
MÜRÜVET ESRA YILDIRIM: Kısmen evet. Organizasyonel olarak tabii ki öyle bir rolüm var. Zamanı, mekânı organize ediyorum. Bunun dışında, gelmek isteyenlere hep söylüyorum, Rehberli Otobiyografi tekinsiz bir yolculuk. Şifacılık çok meşhur, bu öyle bir şey değil. Buraya geldiğinizde gerileceksiniz çünkü kendi hikâyenizi getiriyorsunuz. Bu zor bir şey. Bir yerde meydan okuma. Benim rolüm buradaki o tekinsizliği mümkün olduğunca kolaylaştırmak, bir yerde de yönlendirmek. Ama bu bir tekinsizlik içeriyor. Bu tekinsizliğin mümkün olduğu kadar farkında olarak beraberce atlatacağız. Böyle söyleyince çok korkutucu olabiliyor ama bunu söylemem lazım. Kendi hikâyesini yazmak isteyen, bunu başkalarıyla paylaşmak isteyen ve hatta başkalarının hikâyelerini dinlemek isteyen insanın cesur olması gerekiyor.
Ben de tam bunu düşünüyordum. Başkalarının hikâyesini dinlemek de korkutucu olabilir. Düşününce aslında kendi hikâyemi ve başkasının hikâyesini arada beş dakika farkla dinliyorum. Bunu bir tür acı yarıştırmadan, tamamen kendi özgün halleriyle değerlendiriyorum.
MÜRÜVET ESRA YILDIRIM: Tabii ki sansürlemek istediğini sansürleyebilir herkes. Mahrem bir alan çünkü o. Herkes bu mahremiyeti ne kadar açmak isterse o kadar açıyor. Tedirginlik veren bir şey. Yazmaktan da ötesi kendi hikâyeni kendi sesinle dinlemen. Anlatmak gibi değil okumak. Ama insanları gözünü az önce söylediklerimle korkutsam bile, şunu garanti edebilirim, kesinlikle iyi gelen bir şey. Bu benim uydurduğum bir şey de değil. Araştırmalara baktığımda deneysel psikologların anlatmakla yazmak arasında bir fark olduğunu keşfettiklerini gördüm. Hatta bunun bir tanımı bile var. Bu durum “otobiyografik boşluk” olarak kavramsallaştırılıyor. Yazdığınız zaman kendi hikâyenizle aranıza otobiyografik bir boşluk giriyor ve kendi hikâyenize o boşluktan bakıyorsunuz. İşte rehberli otobiyografi grubunda bir hikâyeyi anlatmakla okumak ve dinlemek arasındaki farkı sağlayan şey o otobiyografik boşluk oluyor ve o iyi geliyor.
Peki mesela ben gelip hikâyemi okuduktan sonra ne oluyor? Çünkü orada bir boşluk var aslında. İnsanlar birbirlerine hikâyelerini okuduktan sonra değerlendirilmekten, yargılanmaktan, yazdığı yazının niteliğinin eleştirilmesinden çekinebilirler sanki.
MÜRÜVET ESRA YILDIRIM: Öncelikle şunu söyleyeyim, az önce eli kalem tutan insan dedim ama burada ölçülen şey metnin edebi değeri değil. Tabii ki çalışmaya gelen kişinin yazdığı ilk metin ve son metin arasında edebi anlamda bir fark oluyor çünkü pratik ediyor. Bazı şeyleri büyütmesi gerektiğini, neye mikroskopla bakması gerektiğini keşfediyor yazan kişi. Yani oradaki temel niyet performatif bir şey ortaya çıkarmak değil: yazmak, paylaşmak ve dinlemek. Hikâyelerini okuduktan sonra insanlar bir geri bildirim bekliyorlar. O da sohbet halinde ilerliyor. “Şimdi ne olacak?” hissi kesinlikle geliyor hikâye bittikten sonra ama o hissi tamamlayan şey oradaki sohbet. Benim rolüm aslında biraz burada devreye giriyor. O sohbeti biraz yönlendirmeye çalışıyorum. Yargılayıcı olmaması için uğraşıyorum. Genelde bunun pek karşılaşmıyorum çünkü insanlar birbirlerine kırılganlıklarını açıyorlar. Biri size kırılganlığını açtığında ona kendi kırılganlığınızla karşılık vermeniz kolaylaşıyor bu da o mahrem alanı biraz daha güvenli bir hale getiriyor. Dolayısıyla o “yapılandırılmış bir sohbet” aslında. O gün oraya geliyorsunuz ve ne hakkında konuşacağınıza dair kafanızda az çok bir şey var. Mesela tema “Ailem ve Ben” ise belli ki ailemizden konuşacağız. Dolayısıyla o sohbet aralarında yazmayı atladığınız, aklınıza yeni gelen şeyleri o sohbet sırasında hatırlayabiliyorsunuz. Benim rolüm de biraz burada devreye giriyor.
Aslında bunu belirttin ama yine de altını çizmek için yeniden soruyorum: Rehberli Otobiyografi’ye bir tür terapi denemez değil mi?
MÜRÜVET ESRA YILDIRIM: Kesinlikle değil. Hatta şöyle söyleyebilirim, ben bir şarlatan olsaydım buna terapi derdim ama ben şarlatan değilim, bu da terapi değil. Ama terapötik bir şey. Neden terapötik? Az önce söylediğim sebeplerden dolayı. Size bir alan tanıyor ve o alanda her türlü kırılganlığınızı paylaşabilirsiniz. Sansürlemek isterseniz sansürlersiniz. Terapötik bir şey ki zaten böyle olduğu için ben otobiyografi ile ilişkilendim.
Toplam çalışma ne kadar sürüyor?
MÜRÜVET ESRA YILDIRIM: Ben zaman konusunda esnek olmaya çalışıyorum çünkü bu bir ödev değil, işkenceye dönmesini istemiyorum. İnsanlar bunu kendileri için yapıyorlar. Grup ne kadar sürede bir toplanmak isterse o kadar sürede bir araya geliyoruz. Bu arada tek başına çalışmak isteyen kişilerle de çalışıyorum. O konuda da esneğim. Grupla ya da kişiyle ne kadar sürede bir bir araya geleceğimizi konuşuyoruz. Haftada bir, belki ayda iki defa, belki on günde bir. Ne kadar sürede bir yazacaklarını öngörüyorlarsa o şekilde ilerliyoruz. Ben hep şunu söylüyorum: Önce bir ilk temayı yazalım, ritminize bakın. Grubun ya da kişinin kendi ritmi neyse onu yakalayıp devam ettirmeye gayret ediyorum. Toplamda dokuz defa bir araya geliyoruz ve bunlardan birisi tanışma. Yani hızlı bir şekilde ilerleyeceksek kişinin iki ayını buraya vereceğini bilmesi gerekiyor.
Aslında ortalama olarak konuşursak, iki ayın sonunda bizim elimizde kendi hikâyemizden yola çıkan, belirli temalara bölünmüş otobiyografik bir metin var aslında. Daha önceki çalıştığın grupları da düşünürsen, bu metinlerden yola çıkarak bir şey yapıldı mı? Çünkü yapılabilir gibi duruyor. Özellikle insanın kişisel hikâyesinden esinlenmesinin sanatsal üretime çok açık olduğunu düşünüyorum. Ki zaten öykü yazarları da alt metinde ya da metnin bilinçdışında olsa bile benzer bir şekilde yola çıkıyorlar.
MÜRÜVET ESRA YILDIRIM: Tabii, edebiyatçıların da yönetmenlerin de ilk çalışmaları otobiyografik olur genelde. Bu bilinen bir şey. Şaşırtıcı da değil aslında insanın kendi hikâyesinden yola çıkması. Ben de kendi araştırmalarımda benzer bir yol izlemiştim. Bunun için ilk vereceğim örnek sanırım Melek Ceylan’ın On İkinci Ev adlı oyunu. Bu oyun rehberli otobiyografi çalışmasına dayanan, Melek’in o çalışmalarda ürettiği metinleri baz alarak oluşturulmuş bir performans. Bunun dışında şu an hazırlanmakta olan otobiyografik bir oyun daha var. Yine üçüncü olarak aklıma gelen, şu an birisi kendi hikâyesinden yola çıkarak bir çizgi roman hazırlıyor. Her şey yapılabilir. Roman da yazabilirsiniz. Sizin ne yapmak istediğinize göre değişir. İşin içinde yazmak ve kendi hikâyeniz varsa sizin yatkın olduğunuz herhangi bir sanat dalında bunu rahatlıkla kullanabilirsiniz. Her şeye dönüşebilir tabii ki.
Peki bahsettiğin “tekinsiz alan”a geri dönelim. Hiç tanımadığın insanlarla kendi hikâyeni paylaşmak… Bu bazıları için korkutucu olabilir. Sen bunun olumlu ya da olumsuz yanları ile ilgili ne düşünüyorsun?
MÜRÜVET ESRA YILDIRIM: Birbirini tanıyan insanları aynı gruba almamaya çalışıyorum. Çünkü birbirlerini tanımayan insanların bir arada bulunması daha iyi işliyor. Bir de “kültürel mahremiyet” diye bir kavram var. Bizim kendi içimizde, “biz” derken kast ettiğim şey bağlamdan bağlama değişir tabii ki, bu odayı da kast ediyor olabilirim ya da bir sokaktaki insanları, kendi mahallemi ya da kendi içinde yaşadığım ulus devleti kast ediyor olabilirim. Bu kültürel mahremiyet kavramını ulus devlet bağlamında düşünecek olursak, yabancıların “biz”e baktığında bizim için utandırıcı olabilecek ama gündelik hayatta işlerimizi yürütürken hepimizin farkında olduğu ama görmezden geldiği bazı şeyleri ifade ediyor. Dışarıdan bakan birisi için o “şey”in utandırıcı bir şey olduğunu fark edebiliriz ama ancak dışarıdan bakan biri olduğunda onun utandırıcı niteliğini keşfederiz. Ben hikâyeleri dinlerken bir kültürel mahremiyet içinde dinliyorum. O kişisel mahremiyet alanından çıkıyor, bir kültürel mahremiyet alanına dahil oluyor. Daha büyük bir hikâyenin parçası oluyor yani. Her ne kadar birbirini tanımayan, “yabancı”, insanlar bir araya gelse de, o çemberi genişlettiğimiz zaman yabancılık da bir noktada düşüyor. Aynı kültürün, aynı “utanç verici şeylerin” eyleyicileri haline geliyor insanlar… Birbirlerine ne kadar benzediklerini görüyorlar, ki öyle çünkü biz aynı kültürün ürünleriyiz. Bu kulakla dinliyorum ben dinlerken. Katılımcılar bu kulakla dinlemeseler bile grup aidiyeti kısa bir sürede oluştuğu için onlar da böyle bir kulak geliştiriyorlar. Bu bir dinleme egzersizi. Burada dinleme biçiminizi de değiştiren bir şey var.
Bu dinleme biçiminin değişmesi yazma biçiminin de değişmesine zamanla sebep oluyor muhtemelen. Bunun dışında yazdıklarını okurken kişisel hikâyenin bambaşka bir hikâyenin de parçası olabildiğini görüyorsun. Başka insanlara benzeyen bir hikâyen var. Sence bu insanın kendisine bakışına nasıl etkiler? Aslında bunu sosyal bilimci olman sebebiyle de ayrıca soruyorum.
MÜRÜVET ESRA YILDIRIM: Bana yirmilerimin başında otobiyografi yazmak iyi geldi, neden iyi geldi? Çünkü ben tarih formasyonundan çıktığım için her şeyi tarihselleştirmeye meyilliyim. Kendi hikâyemi de hep biricik bir şey olarak hissettim, yazdım, okudum. Bir yandan da biricik olmadığımı, ben doğmadan önce siyasi iktidarın herhangi bir zamanda aldığı herhangi bir kararın neticesi olduğumu biliyordum. Gazetelerde o basitmiş gibi görünen haberlerin benim tarihselliğimi nasıl biçimlendirdiğini görme şansım oldu. Bunu görünce şunu anlıyorsunuz: Evet, senin hikâyen biricik. Ama aynı zamanda da değil. Sen belirli politikaların ve bir yapının ürünüsün. O politikalar başka olsaydı senin annenle ve babanla kurduğun ilişkinin biçimi bile değişecekti. Mesela Türkiye’de öğrenciyken burs almak istediğinizde ailenizin durumuna bakarlar. Halbuki siz ailenizden bağımsız yaşıyor olabilirsiniz. Ailenizin tüm imkânları çeşitli sebeplerden ötürü size kapatılmış olabilir. Türkiye’de böyle işliyor ama sosyal devletin daha gelişkin olduğu bir ülkede böyle işlemiyor. Her şeyi aile bağlamında değerlendirmeye yatkınız. Burada sosyal devletin biraz daha geri planda durmasından kaynaklanan bir durum var. Başka devletlerde kurumlaştırılmış sistemlerin ailenin içinde halledilen bir yapısı olması hikâyeyi dönüştürüyor. Biz hikâyeleri biraz daha arabeskleştirerek anlatmayı seviyoruz. Buna daha eğilimliyiz. Bir yerde kendimiz yaşamasak bile yaşayan kişiyi anlayabiliriz. Yabancının anlamlandırmak için uğraşacağı bir bilgi bu. Ama biz bunu uygulamasak bile biliyoruz. Dolayısıyla ben kendi hikâyemi ve kendimi bir yapının ürünü olarak gördüğümde bu beni rahatlattı. Bana iyi geldi.
Bundan kısaca bahsettik aslında ama yeniden dönmek istiyorum. Rehberli Otobiyografi bir yazma, okuma ve dinleme etkinliği. Burada başka insanların hikâyeleriyle karşılaşan bir “ben” fikri var ve başka hikâyelerle karşılaştıkça o “ben” değişiyor. Sence bunu yaşamış birisi, etkinlik bittiğinde başka insanlarla kurduğu ilişkide bir değişiklik hissedebilir mi?
MÜRÜVET ESRA YILDIRIM: Tabii ki, bir kere dinleme kasınızı geliştiriyorsunuz. Bu başlı başına zaten başkalarıyla kurduğunuz ilişkiyi dönüştüren bir şey. Başka arka planlardan gelen insanlarla bir arada bulunuyorsanız, zihninizde düşmanlaştırdığınız kişileri insanlaştırıyorsunuz. Çünkü birinin insanlaştırmanın bence en güzel yollarından birisi onun kırılganlıklarını görebilmek. Karşılıklı olarak insanlar o mahrem alanda birbirlerine kırılganlıklarını açtıklarında zihninde kendisine çok yabancı olduğunu düşündüğü kişilere dair fikirleri kırılıyor ve insanlaşıyor. Herkesin insanlaşabildiği bir nokta olduğunu ve orada kesişebildiğini fark ediyor kişi.
Çok teşekkür ederim sohbetin için. Benim soracaklarım bu kadar.
Ben teşekkür ederim.
Gölgehanı Akademi’de devam eden Rehberli Otobiyografi atölyesine kayıt olmak ya da sorularınızı iletmek için buraya tıklayabilirsiniz.